İBRAHİM DAĞILMA
BİLGE KRAL: ALİYA İZZET BEGOVİÇ
“Beyan ederim ki: Ben, bir Müslümanım ve öyle kalacağım. Kendimi dünyadaki İslam davasının bir neferi olarak telakki ediyorum ve son günlerime kadar da böyle hissedeceğim. Çünkü İslam, benim için güzel ve asil olan her şeyin diğer adıdır. İslam, dünyadaki Müslüman halklar için daha iyi bir gelecek vaadinin ya da umudunun onlar için onurlu ve özgür bir yaşamın, kısacası benim inancıma göre uğrunda yaşamaya değer olan her şeyin adıdır.”
Batı’da yetişip Doğu’nun köklerinden beslenmek; ideolojilerin kucağında ders alırken İslam’ın talebesi olarak yetişmek, makam ve şöhretin cazibesi her yerden çağırırken mütevazı bir mücahid olmak çok zor. Ama bu zorluk Allah’ı tanıyan, gönlünü ona teslim eden ve hayat mücadelesini onun adına sürdürenler için imtihan tadında ve razılık kıvamında kolaylaşır. Bu zorluğu imanın tadına ve imtihanın sırrına erip aşanlardan biri de ‘Bilge Kral’ vasfını fazlasıyla hak eden Aliya İzzetbegoviç’tir. O, geniş ufku, mümince basireti ve ilmi derinliğiyle bu zoru başarır. Batı coğrafyası ve bir Batı halkı içinde bir İslami hareket geliştirmiş ilk lider, zorun ve mücadelenin Bilge Kralı Avrupa’nın göbeğinde ikinci bir İspanya sendromu yaşatmak isteyen emperyalist azgınlığa karşı Bosna’nın gönlü imanlı bir avuç Müslümanıyla izzetli ve yiğitçe direnir.
O, modern çağın azgın kavşağında toplu katliamın eşiğinde olan Bosna’nın Boşnak Müslümanları olarak dünya Müslümanlarına haklı bir sevinç ve zafer sunar. Zorların ve zerin adamı olmayı elinin tersiyle iter. Kişiliği için, inancı için, toplumu için ve imani özgürlük için yolun zor, çetin ve zahmetli olanını seçer. O, bu zorluğu hayatın her döneminde baş göz üstü eder. Aliya’nın çocukluğu, gençliği, mücadele yılları, komutanlık ve cumhurbaşkanlığı hep bu zorluklarla geçer. O, bu yol üzerinde başarıya ulaşmaya çalışır ve:
“Yolumuz aşk yoludur, çok akıllılar bizi anlamaz, hepimiz yarı deliyiz!” ve “Ben Avrupa’ya giderken kafam önümde eğik gitmiyorum. Çünkü biz çocuk, kadın ve ihtiyar öldürmedik, hiçbir kutsal yere saldırmadık. Oysa onlar bunların tamamını yaptılar. Hem de Batı’nın gözü önünde; Batı medeniyeti adına.”
Sözleriyle aynı zamanda Müslüman Boşnak halkının ve kendisinin portresini ilan eder…
Her büyük liderin şahsiyet şekillenmesinde aile bağlarının ve çocukluk günlerinin önemli izleri vardır. Aliya İzzet, çocukluğunda Alifakovac Mahallesinin Hadziska Camii’nde her sabah Rahman Suresi’ni dinler ve Miljacka ırmağı boyunca yürüyerek bu sürenin ayetleri üzerinde tefekküre dalardı. İki yoldan zor olanını yani hak ve iman yolunu daha çocukluk yaşlarında seçen Aliya İzzet, camiden aldığı tuğlaları nehrin diğer yakasında şahsiyet binasını örmek için kullanan bir bilgedir. Aliya İzzet, II. Dünya Savaşı günlerinde 1. Dünya Savaşı’nı tetikleyen suikastın gerçekleştiği Saraybosna’da bir genç olarak bulunur. Burada sosyalist dönemin başlangıcına tanıklık eder ve süreç boyunca bir Boşnak Müslümanı olarak hem etnik hem dini kimliği sürekli baskılanır. O, bu dönemde bir genç olarak zihin ve ruh dünyasındaki fırtınalardan hayranlık uyandıracak bir gayretle sağa sola savrulmadan, Batılı ideolojilere kapılmadan ve arzularına yenik düşmeden sağlam bir mümin olarak çıkmayı başarır. Bu genç adam hakikate talip her mümin gibi öğrendiğini hayatına tatbik eden eylemci yanıyla kendi iç savaşını başarıyla verir. Hayatı, ailesi, dostları, yaşadığı coğrafya, mücadele arkadaşları, Bosna’nın aziz şehitleri ve ona her yönüyle kin besleyen Batılı düşmanları buna şahittir. Onun bilge kişiliğine ve yüce şahsiyetine şahitler o kadar çoktu ki… Kitapları, anıları, bir satranç kutusunda özgürlüğe kaçırdığı hapishane notları, en ahlaksız ve utanç verici soykırımı yazan tarih de buna şahittir. O, şahit olabilecek tüm şahitlerin şahitliğiyle bu dünyadan ‘Bilge Kral’ olarak İlahi vuslata ermeyi başarır.
…
Aliya İzzet, 8 Ağustos 1925 tarihinde Bosna-Hersek’in Bosanski Şamats şehrinde Müslüman bir ailede gözlerini dünyaya açar. Bu aile, eşraf bir ailedir. Ve kendisine dedesinin ismi verilir. Aynı isimli dedesi, İstanbul’da Osmanlı ordusunda askerlik yaptığı sırada Üsküdarlı Sıdıka Hanım’la evlenir. Belgrad’da yaşayan Aliya ailesi, 1863’te Sırbistan’dan sürülen Müslüman aileler içinde yer alır. Bu Müslüman aileler, Sultan Abdülaziz’in Sava Nehri üzerinde imar ettirdiği Aziziye’ye taşınır. Aliya’nın dedesi sonraki dönemlerde Bosanski Şamats’ın yöneticiliğini yapar. 1914 yılı Haziran ayında Saraybosna’da Avusturya-Macaristan Arşidükü Franz Ferdinand suikast sonucu öldürülür. Bu olay, aynı zamanda I. Dünya Savaşı’nın kıvılcımı olur. Bu olay üzerine Avusturyalı askerler, Aliya’nın dedesinin yaşadığı şehirdeki tanınmış Sırplar’ı rehin alarak uzaklara götürmek ister. 1990’lı yılların başında yüzyılın en büyük katliamlarına imza atan Sırplar, kaderin garip cilvesidir ki 80 yıl önce Aliya’nın dedesinin himayesiyle Avusturyalı askerlerin hışmından belki de olası katliamından kurtulurlar.
Aliya’nın babası Mustafa isimli bir tüccardır. Tüccar baba, çocuklarına iyi bir gelecek sağlamak ister. Bu sebeple Saraybosna’ya taşınır. Aliya İzzet, bu esnada henüz iki yaşında bir çocuktur. İzetbegoviç, bu süreçten itibaren Müslümanları Avrupa’ya dışarıdan gelmiş olarak gören ötekileştirici ve düşman bir çevrede yetişir. İlkokulu orada okur. Aliya’nın ilkokul öğretmenlerinin hemen hemen hepsi Sırp’tır. Öğretmenlerin çoğunlukla Sırp olması, Müslümanları Sırplaştırma projesinin bir ürünüdür. Ailenin Müslüman olması Aliya için büyük bir avantaj olur. Mümin ev, mümin aile ve mümin anne baba mümin nesiller ve yarınlar için önemlidir. Aliya’nın babası Mustafa, yaklaşık on yılını yatakta geçirecek kadar hasta olduğu için annesi onun eğitimini üzerine alır. Kendisi ilk İslami eğitimi için şunları söyler:
“Rahmetli annem çok dindar bir kadındı ve dine olan bağlılığımı (en azından kısmen) ona borçluyum. Sabah namazlarına tam vaktinde kalkardı. Beni de kaldırırdı ki ben de Haciyska Camii’ne gidebileyim. 12-14 yaşlarındaki bir çocuk olarak tabiidir ki biraz tereddüt ederdim kalkma konusunda. Ama eve daima mutlu dönerdim. Yaşlı İmam Mujezinoviç ikinci rekâtta daima, Kur’an’ın harika surelerinden Rahman Suresi’ni okurdu. Taze bahar sabahındaki o cami, sabah namazında okunan o Rahman Suresi ve civardaki herkesin kendisine saygı duyduğu o âlim, uzun yıllar öncesinin sisleri arasında görebildiğim en güzel görüntüleri oluşturmaktadır.”
Aliya’nın bu cümleleri şu hakikatin resmidir. Müslüman bir aile, saliha bir anne küfrün bütün ifsat projelerine karşı bir koruma kalkanı ve dalaletin bütün zehirlerine karşı bir panzehirdir. Şeyh Şamil, Cehver Dudayev, Üstad Bediüzzaman gibi birçok Müslüman öncünün kişiliğinin oluşumunda mümin bir annenin rolü öne çıkar. Aliya İzzet’de aynı anne profili Sırplaştırma projesine karşı, bir Müslüman anne direnişi olarak ortaya çıkar. Ve nihayetinde Aliya’nın bu sağlam aile ocağı ve cami kucağında aldığı eğitim ve yetişme koşulları onun merkezinde yer aldığı bir sivil İslami yapılanma ortaya çıkarır. İşte bu sivil İslami yapılanma, Batı’nın ve devlet desteğindeki Sırplaştırma projesini yener ve hallaç pamuğu gibi savurur.
Aliya İzzet, sadece İslami bir eğitimle sınırlı kalmaz. O, Sırp okullarında Müslüman bir gence yakışan bir çaba ve başarıyla öne çıkar. O, üstün kabiliyetli biri olarak o günün koşullarında Saraybosna’nın itibarlı okullarından biri olan Alman Birinci Erkek Lisesi’ne girmeyi başarır. Lisede komünistler örgütlüdür ve komünist öğrenciler Müslüman genç avındalar. Komünist rüzgârlarının çok güçlü estiği bir dönemde ve Komünist Rusya’nın hemen yanı başındaki bir coğrafyada Komünizm faaliyetleri ve Sosyalist etkileşim daha sistemli, planlı ve etkin bir şekilde öne çıkar. Henüz delikanlılık çağında olan Aliya da bu fasid ideolojinin içine sinsice yerleştirilmiş ‘özgürlük, eşitlik, halkların kurtuluşu ve devrim’ gibi cazip sloganlardan etkilenir. Mücadeleci ve asi bir yönü olan bu gencin yoğun bir şekilde yürütülen bir Sırplaştırma projesi karşısında Komünist bir etkilenme içine girmesi kaçınılmaz olur. Lisenin ilk yılında komünist propagandalardan etkilenen ve gençlik heyecanıyla toplumsal hak-haksızlık problemlerinin içinde kendini bulan Aliya kısa bir süreliğine de olsa inkâr ve inanma arasında bir gelgit yaşar, bir bocalama içine girer. Aliya’nın bu gel-gitlerinde ve bocalamasında Bergson’un Yaratıcı Evrim, Kant’ın Saf Aklın Eleştirisi ve Spengler’in Batı’nın Çöküşü adlı eserleri etkili olur. Aliya’nın içine düştüğü bu fikrî sarsıntı uzun sürmez; çünkü bu kulvarın Allah hakkındaki düşüncelerini doğru bulmaz ve İslâmî kimliği tekrar etkin bir şekilde onun hayatına yön vermeye başlar; çünkü Aliya’ya göre Allah’a iman, halkı ezen değil, halkı kral ve despotlara karşı koruyan bir güçtür. Aliya İzzet, o dönemde okuduğu Batı felsefesine ait eserlerin etkisiyle bir inanç sarsıntısı yaşadığını, çocukluğundan beri gönlüne nakşedilen iman sevgisi sayesinde dinle alâkasının hiçbir zaman kopmadığını, din karşısındaki komünist yaklaşımı kabul etmediğini ve tanrısız bir kâinatın kendisine her zaman anlamsız göründüğünü şöyle dile getirir:
“Tanrısız, bir kâinat, bana anlamdan yoksun görünmüştür her zaman. Bu nedenle inancım bir iki yıllık bir salınımdan sonra geri döndü ama farklı bir biçimde. O (İslam), artık sadece atalarımdan devraldığım bir din değildi, yeni baştan edinilmiş bir inançtı. Ve onu bir daha hiç yitirmedim.”
Aliya, lise ikinci sınıfta bazı Müslüman arkadaşlarıyla birlikte Mladi Muslimani (Genç Müslümanlar) adında bir öğrenci kulübü kurar. Bu kulübün kuruluş amacı, dini konuları konuşmak ve bu konuda görüş alışverişinde bulunmaktır. Aliya, arkadaşlarıyla bu kulübü kurduğunda henüz 16 yaşındadır. Aliya, bu kulüp çalışması içinde oldukça etkin ve üretken olup güçlü bir düşünce kabiliyetine sahipti. Aliya’nın bu aktif ve dinamikliği üzerine kulüp kısa bir sürede bir düşünce kulübü olmaktan çıkar ve bir faaliyet kulübüne dönüşür. Okuldaki Müslüman genç kızların da faaliyetler içinde yer alması için kulübe bağlı ayrı bir birim oluşturulur. Kulüp ilk olarak birtakım eğitim ve hayır faaliyetlerine öncülük etmeye başlar. Hatta bu kulüp II. Dünya Savaşı yıllarında da ihtiyaç sahiplerine yardım eder. Bu faaliyetleriyle herkesin dikkatini üzerine çeker. Kulüp, süreç içinde derneğe ve sonrasında cemaate dönüşür. Geleneksel bir dini anlayıştan ziyade bir ihya hareketi olan “Genç Müslümanlar” örgütlenmesinin her aşamasında İhvan-ı Müslimin çizgisine yakın bir duruş sergiler. Cemaatin teşkil ettiği yıllar aynı zamanda Yugoslavya’nın Nazi ordularınca işgal edildiği yıllardır. Cemaatin önde gelen kimi öğrencileri, Zagrep ve Belgrad üniversiteleri öğrencileridir. Bu öğrenciler, sonradan şehit olurlar. Aliya İzzet, bu mutedil ve dinamik İslami yapı hakkında şunları söyler:
“Onlar, dinimle ilgili duymak istediklerime paralel bazı fikirlerin anahtarlarını oluşturdular. Bunlar, bizim mekteplerde (Kur’an Kurslarında) öğrendiklerimizden, okulda aldığımız dini eğitimden, katıldığımız konferanslardan ya da o günün dergilerinde okuduğumuz makalelerden çok farklıydılar. Bunu öz ile şekil arasındaki ilişkiye dair bir mesele olarak görüyorum. Bizim nazarımızda hocalar (medrese hocaları), yani İslam dinini öğreten öğretmenler, İslam’ın şekilsel ibadetlerini (amellerini) yorumlamaya ve özü göz ardı etmeye daha fazla eğilimliydiler.”
Aliya’nın bu satırları aynı zamanda geleneksel dindarlığa dönük bir eleştiridir. Beşeri sistemler, geleneksel dindarlıktan korkmuyordu. Bugün de korkmuyor; çünkü geleneksel bağlamda dinin diriltici etkisi, ihya edici yönü ve mücadeleci tarafı ihmal edilir. Dinin ruhu (özü) ölür, ibadetler de bir kalıp ve şekil olarak kalır. Bu kalıp da Müslüman’ı kıyama kaldıracak bir etkiden yoksun olduğu ve her zaman dinamik bir bağlamda olan genç nesillere uymayacağı için er veya geç çürür, yetersiz kalır. İhya ve inşa merkezli İslami hareketler ise ısrarla İslam’ın özüne yöneldikleri için din hem birey hem de toplum için diriltici ve kuşatıcı bir yön kazanır. İslam düşmanlarının her tarafından saldırdığı, beldelerin işgal edildiği, genç zihinlerin fasid ideolojilerle iğfal edildiği bir dönemde ibadet ve şekil üzerinde yoğunlaşmak yanlıştır. Haliyle Aliya’nın bu sözleri 20. yüzyılda İslam dünyasının her noktasında ihyayı hedefleyen çoğu İslami hareket adına, geleneksel dindarlığa yöneltilen bir eleştiri olur.
Genç Müslümanlar, akide olarak sağlam bir zemin üzerine kurulur. Hareket, o gün Müslüman birey, yapı ve toplumları çökertmek ve pasifize etmek için ahtapot gibi kollarını insanlığın her tarafını saran Komünizm ve Faşizm gibi iki güçlü meşum ideolojiye karşıydı. Yani hareket, dayatılmak istenen yenidünya düzenine muhalif bir tavır sergiler. Bu karşıtlık aynı zamanda Genç Müslümanlar hareketinin akide sağlamlığına bir delildir. Bu realite Aliya İzzet Begoviç’in şu cümleleriyle tescil edilmiş olur:
“Hareketin genel odağını belirleyen İslam’a bağlılık ile ona muhalif mahiyetteki iki referans noktası faşizm ve komünizme karşıtlıktı. Hitler ve Stalin’in şahsında cisimleşen iki sistem faşizm ve komünizm o günün dünya düzenini temsil ediyorlardı… Genç Müslümanlar’ın ortaya çıktığı 1940’lı yılların başında Müslüman dünyası çok kötü bir durumdaydı. Bağımsız olan sadece birkaç Müslüman ülke vardı. Biz, bunu kabul edilemez bir durum ve İslam’ı da özünü muhafaza ederek kendisini gençlere taşıyabilmesi gereken canlı bir fikir olarak görüyorduk. Müslüman dünyada, olanlardan yabancıların (Batılı güçlerin) askerleri ya da sermayeleriyle kurduğu hâkimiyetten rahatsızdık.”
O, bu cümlelerle aynı zamanda bir İslam aydını ve ihya önderi olarak problem ve çözüm denklemini de göz önüne sermiş olur. İslam dünyasının kötü durumda olduğu tespit edilmiş ve bu bir dert, bir problem olarak varsa çözüm ve ilaç da İslam’ın özünden taviz vermeden güncele taşınmasıdır… (Devam edecek)